top of page
Resim1.jpg

AYVALIK'TA BİR GÜN

  • Yazarın fotoğrafı: GÜLCAN AKYOL
    GÜLCAN AKYOL
  • 29 Mar
  • 3 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 7 gün önce

"Eda hanım domatesler taze geldi ister misin?"


"Teşekkürler Hasan bey, sen taze diyorsan alayım bir kilo. Bana oradan iki kilo salatalık, bir demet maydanoz, bir demette dereotu verir misin? Göbek taze mi peki ondan da alayım taze ise."

"Hepsi yeni geldi tarladan yeni toplanmış, hazırlıyorum hemen"

"Sen onları hazırlarken ben de şu meyveciye gideyim de onlara da bakayım, dönerken alırım senden paketleri"

"Tamamdır Eda Hanım, ben hazırlıyorum"


Eda her hafta gelirdi köy pazarına, artık tezgahtakilerle tanış olmuştu. Ayvalık'a gelince, önce bir tur çarşıda gezerdi, neler gelmiş diye vitrinlere bakınırdı. Ayvalık meydanındaki Arnavut kaldırımlı dar sokaklarda gezer, ikinci el eşya satan dükkanlara bayılırdı. Kendisine bir plan yapmıştı her hafta bir mağazayı enine boyuna geziyor, inceliyordu.


Bu kez vitrininde kristal cam eşyalar ve tekir bekir fincanlar olan bir dükkanı seçti gezmek için. Dışarıdan baktığında küçük görünüyordu ama içerisi epey genişti. Dükkana girince soldaki tezgahta annelerimizden hatta anneannelerimizden kalma el işi yatak örtüleri, eskiden çarşaf eteği denilen kanaviçe işlenmiş örtüler, iğne oyası rengarenk örtmeler , patikler vardı.


Hemen yanındaki küçük rafta da eskiden pazara giderken kullanılan örme sepet çantalardan, bu çantalar yeni yapılmış belliydi. Yine moda olduğundan arada onları da satışa koymuşlardı.


Dükkanın sağ tarafında; eskiden evlerimizde kullandığımız boydan boya cam büfeler sıralanmıştı. İlk iki kapılı büfenin içerisinde her birinden birer ikişer tane kalmış antika tabaklar, çorba kaseleri, Kütahya işi porselen sürahiler vardı. Hepsi o kadar güzeldi ki kim bilir hangi sofralarda kullanılmış, kimlerin ellerinden geçmişler diye düşündü Eda.


Biraz daha ilerledi dükkanda, ikinci büfede bu kez gümüş tepsiler vardı, onlar da el işçiliğiydi. Tepsilere takım çay tabakları, şekerlikler hatta gümüş yemek kaşıkları, tıpkı filmlerdeki gibi. "Alsam bunları kime ne ikram edebilirim ki, eskiler ne de güzel kullanmışlar bunları, şimdi sofraya koysam millet bana güler yahu" diye geçirdi içinden Eda. arkasına döndüğünde dışarıdan gördüğü vitrinin önüne gelmişti. Renk renk desen desen fincanlar. İşte tam da Eda'ya hitap eden bir köşe. Türk kahvesi içmeyi seven birisi için en güzel hediye. Fincanların bazıları sanki yabancı ülkelerden gelmiş gibi, Fransız kadınlarına benzer kadın resmi işlenmiş, bazıları yaldızlı parlıyor, bir köşede de annesinin çeyizinde de olan o turuncu fincan takımı. Bazılarından ikişer tane, bazılarından birer tane, bazılarının alt tabağı bile yok sadece fincanı kalmış... Hepsi o kadar güzel ki. En son kafasını kaldırdı, Eda ve tavandaki o muhteşem avizeyi gördü. Eski evlerin salonlarının olmazsa olmazı kristal avize. Ne uğraşırdı annelerimiz bunları temizlemek için, arada bir tek tek kristalleri söküp leğenin içerisindeki sabunlu suda bir güzel yıkar, ikinci leğende durular sonra da bezle kurutur dikkatlice tek tek koltuğun üzerine serdiğimiz örtüye dizerdik. Sonra da aynı dikkatle tek tek yerlerine takılırdı. Ne emek ama. Şimdi kimsenin evinde böylesi detaylı süsler yok. Kimse uğraşmak istemiyor tabii bunca işle.


Kapının yanındaki son vitrine gelince orada da kristal kesme sürahiler, çay bardakları, su bardakları, boy boy içki bardakları, karaflar vardı. Hepsi ışıl ışıl parlıyorlardı.


Eda şöyle bir dönüş yaptı mağazada, bir tur daha göz gezdirdikten sonra tek bir fincan ve tabağından oluşan takıma takıldı gözü, eline aldı çalışana uzattı "Bunu benim için paketler misiniz lütfen" , paketi aldı, teşekkür ederek çıktı dükkandan. Biraz ileride Macaron Muhallebicisinin önünden geçerken dayanamadı akşam için iki tane bademli muhallebi de aldı Eda. Pazara doğru ara sokaklardan devam ederken kabak çiçeği satan bir amca gördü, küçük bir kasayı ters çevirip tezgah yapmıştı kendisine, kabak çiçeklerini de intizamlı bir şekilde dizmiş satıyordu. Tabii ki bu tezgahtan da boş geçmemişti. Pazara girip sebze meyvelerini aldıktan sonra eşi Kerem aradı,

"Ne yapıyorsun canım"

"Ayvalık'a pazara gelmiştim, şimdi işim bitti arabaya doğru gidiyorum, sen ne yapıyorsun?"

"İşim erken bitti bugün, ben de sana Ayvalık'taki balıkçıya gidelim diyecektim, ne dersin ?"

"İyi olur valla, uzun zamandır gitmiyorduk, ben aldıklarımı arabaya bırakıp yürüyerek geçerim balıkçıya seninle orada buluşalım o halde"

"Tamam ben de yirmi dakikaya gelirim"


Eda aldıklarını köşedeki otoparktaki arabasının arka koltuğuna bıraktı, karşı kaldırıma geçip deniz kenarından balıkçıya doğru yürüdü. Denizden muhteşem yosun kokusu geliyordu. hava da çok güzeldi. Balıkçıya gelince kapıdaki çalışan tanıdı hemen,

" Hoşgeldiniz Eda Hanım, uzun zamandır yoktunuz, iyisiniz değil mi?"

"Evet evet iyiyiz, Kerem'in işleri yoğundu bu ara pek gelemedik haklısın. Bahçede masan var mı?"

"Olmaz mı , şimdi bir aile kalktı , hemen hazırlattırıyorum masayı, bana beş dakika izin verin"

"Tabi tabi Kerem'de yolda zaten"


Eda bu sırada balıkçının bahçe dediği bölüme geçti. Aslında burası bildiğimiz bahçelerden değildi, denizin üzerine kurulmuş, ahşap bir veranda üzerinde mavi beyaz masa ve sandalyeler vardı. Manzara o kadar güzeldi ki, bahçenin üç tarafı deniz, sağ tarafta biraz ileride Cunda adası ve adaya giden köprü görünüyordu. Sol tarafta batmak üzere olan güneş gökyüzünü turuncuya boyamış, insanın içini ısıtıyordu. Denizde ise yan masada oturan çocuğun denize attığı ekmekler, onları yemeğe gelen balıkların kavgası vardı. Eda bunları izlerken Kerem arkasından gelip yanağına bir öpücük kondurdu,

"Merhaba canım, bakıyorum da yine dalmışsın uzaklara"

"Masa hazırlanana kadar manzaranın tadını çıkartıyordum"

"Kerem Bey hoş geldiniz , masanız hazır buyurun"

"Ben çok açım, hadi geçelim masamıza canım"

Comentários


bottom of page